“Elif. Lam. Mim! Kendisinde hiçbir şekilde şüphe olmayan O kitap müttekiler için bir hidayet kaynağı ve yol göstericidir.” (Bakara, 1,2)
Bakara suresinde söze önce dikkatleri çeken harflerle başlamış, hemen arkasında Kuran’dan söz edilmiş ve daha sonra imana ve inanca dikkat çekilmiştir. Müttakiler (Takva sahipleri) Allah azabından hakkıyla korkan ve çekinen, Rahmetine güvenip layıkı veçhiyle kulluk eden kimselere Kuran’da hep müttakiler denmiştir. Ancak bu Kuran kime yol gösterir, kime rehberlik eder? İşte bu soruya cevap verilmiş. Sadece Müttakilere yol gösterdiği anlatılmıştır. Zira Kuran-ı bütün insanlık okuyor, hatta ne dediğini pek çok insan anlıyor, ama onunla kaç kişi amel ediyor.
Süddî, Ebu Mâlik ve Ebu Salih kanaliyle İbn Abbâs’tan, Mürre el-Hemedânî kanaliyle İbn Mes’ûd ‚dan ve Peygamberin ashabından bir topluluktan naklen der ki; Rasûlullah (s.a.v.) şöyle buyurur: “Müttakîler için bir hidâyettir” ayetindeki müttakîler mü’minlerdir.” (İbni Kesir)
“O Müttakiler ki (Müminler) gayba inanırlar.”(Bakara, 3)
Gayba İman; İslamın “Amentünün“ kısaltılmış ifadesidir. Manası Allah’a, Meleklere, Kitaplara, Peygamberlere, Ahiret gününe, Kaza ve Kadere ,hayır ve şerrin Allah’dan olduğuna inanmaktır. Kuranın pek çok yerinde “Gayba iman eder veya ederler” ibaresi geçmektedir. Bunların hepsi iman esaslarının kısaltılmış ifadesidir. (Kuranı-Kerim ve Açıklamalı Meali; Suudi Arabistan, Cidde)
Gayb görülmez manasına gelmektedir. Ata ibni Ebu Rebah der ki: „Allah’a inanan gayba inanmış olur.“ Biz Allah’ı göremiyoruz diye inkar edemeyiz. Biz Allah’ı görmesekte, Ona inanıyoruz. Kaldıki biz Allah’ı Akıl ve İlim gözüyle görüyoruz. Her şey gördüklerimizden ibaret değil. Aslında görmediklerimiz, gördüklerimizden daha çoktur.
Allah vardır, birdir, eşi ve benzeri yoktur, doğmamış, doğurulmamış, hiç bir şey onun dengi ve benzeri olmamıştır. O her yerde ilmiyle hazır ve nazırdır.
Zamanın birinde Rum diyarından Bağdat’a bir Dehri (Ateist) gelir. Ekabir (Büyükler) bu Dehri batıl fikirleriyle halkın inancını sarstığını görünce, bir gün kararlaştırırlar ve o gün halkın huzurunda Dehri ile İmam-ı Azam’ın tartışması istenir. Halk toplanır. Dehri kürsüye oturur. Ama ne yazıkki İmam-ı Azam görünürlerde yoktur. Biraz geç gelir. İnançsız adam Imamın geç gelmesinin sebebini sorar. İmam, benim evim nehrin öbür tarafında. Tam nehrin kıyısına geldiğimde, köprünün yıkılmış olduğunu gördüm. Çaresiz beklerken baktım ki; ağaçlar kesilip biçildi, tahta haline geldi, keser ve çiviler uçuşarak geldi, tahtalar kendiliğinden yan-yana gelip, sandal şeklini aldılar. Çiviler kendiliğinden çakıldı. İş bitince, bende sandala binip geldim. Bu yüzden geç kaldım, diye cevap verir.
Dehri: „Behey! Akılsız çocuk! Hiç kendi kendine usta olmadan sandal olurmu?“ Küçük Numan: „Bir kayığın bile ustası olmadan kendiliğinden olmıyacağını kabul ediyorsunda, bu koskoca Kainatın canlı ve cansız bütün varlıkların bir yaratıcısı olmadan meydana geleceğini nasıl kabul ediyorsun!“ Dehri: „Madem ki Allah var, o zaman Allah’ı bana göster! Ben görmediğim şeye inanmam!“, demiş. Hz. Numan bir bardak süt istemiş. Dehriye bardaktaki sütü göstererek, bu sütün içinde yağ varmı diye sormuş. Dehri: „Evet!“ cevabını verince, Hz. Numan: „Madem ki bu sütün içinde yağ var, öyleyse bana göster!“ demiş. Dahada şaşırmış olan Dehri: „Öyleyse son bir soru! Senin Rabbin ne iş ile meşguldür?“ Hz. Numan: „Soru soranın Kürsüde oturup, cevap verenin aşağıda olması yakışmaz. Dehri aşağı iner ve İmam-ı Azam Kürsiye çıkar. „Benim Rabbim senin gibisini aşağı indirir. Beni ise yukarı çıkarır!“ Dehri bu şaşkınlıkla şehri terk eder.
Gördüğümüz her şey Allah’ın varlığını, birliğini bize göstermektedir. Bütün bunlar birer tesadüf eseri olamaz. Bir Usta olmadan tahtaları, keseri çivileri bir odaya koyun ve bir milyon sene bekleyin. Bir masa olur mu? Olmaz! Bu akıl dışıdır. Masanın olması için ustayı odaya koymamız lazım.
Madem Allah var, biz neden göremiyoruz? Çünkü göz her şeyi görecek kapasitede yaratılmamıştır. Her şeyin bir kapasitesi vardır. Görmemiz, düşünmemiz, gücümüz, duymamız vs. Herşeyimiz sınırlıdır. Hiç bir şey sınırsız değildir. Aklımız her şeyi düşünüp kavarayamaz! Aynı şekilde gözümüzde her şeyi göremez. Kulağımız her şeyi duyamaz. Mesela kalbimizin atışını çok dikkatlice dinlemeden duyamayız. Eğer duysaydık rahatsız olurduk. Veya mikropları görseydik, rahatsız olurduk. Burnumuz uzaktaki kokuları almaz. Zaten alsaydı pis kokulardan rahatsız olurduk. Yaşamanın tadı kalmazdı. Velhasıl herkesin kaldırabilecek bir yük kapasitesi vardır. Herkes her yükü kaldıramaz.
Kulağımız; frekansı 20 ile 20.000 arasında ki sesleri işitebiliyor. Gözümüzde dalga boyu 450 ile 800 nanometre arasında olan ışınlar görebiliyor. Bu ışınların ötesini göremiyor. Röntgen ışınlarını, ultraviyole ışınlarını var olduğu halde göremiyoruz. Allah’ı nasıl göreceğiz. Meselenin bir başka boyutu ise sadece göz görmez. Kulak, burun, dil ve ellerde görür. Kulağın görmesi duymasıdır. Zira biz karanlıkta sesleri bir nevi kulağımızla görürüz. Burunun görmesi; koklamasıdır. Biz yemeğin kokusunu görmeyiz. Burnumuzla anlarız. Dilin görmesi, tatmasıdır. Biz yemeğin tadını görmeyiz. Dilimizle anlarız. Elin görmesi ne diye soracak olursanız; hissetmesidir. Biz karanlıkta görmeyiz. El yordamıyla hareket ederiz.
Şairin dediği gibi görene, görene köre ne. Onun için Hz. Ali’ye soruyorlar: „Sen Allah’ı görüyormusun? O’da: „Ben görmediğim Allah’a inanmam!“ diyor…
Selam ve Dua ile…